1 Mart 2018 Perşembe

Şevket Yılmaz Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Bu yazının başlığı neden mi hikâye? Çünkü şimdi anlatacağım her şeyin şahsi olarak bir hikâye anlatımından öteye gitmeyeceğine, hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inancımdan! Size bir ‘Şevket Yılmaz Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ hikâyesi anlatacağım.

2017 Haziran’ında ‘İletişim Fakültesi’ni bitirdim ve tecil işlemleri için geçen gün askerlik şubesine gittim. “1 günde biter” dediğim bu iş 3 gün oldu hâlâ bitmedi. Neyse konumuz bu değil!..



İlk gün bir çuval bürokratik işlemin arasında hastaneye gittiğimde saat 15.30’du. Kurulun olduğu masaya uğradım ilk olarak. Orada görevli beyefendi bana bu saatte muayenenin olmadığını doktorun bile bu saatte orada olamayacağını söyledi. “Doğrudur” dedim. “Bu saatte ne muayenesi!” Eve gittim.


Sonraki gün yine gittim. Bu sefer saat 8.30’du. İlk kayıt masasında kayıt işlemlerimi yapacak sandığım hanımefendi bana sabah saat 7’de orada olup sıra numarası almam gerektiğini, aksi halde işlemlerimi halletmemin mümkün olmadığını söyledi. İtiraz ettiğimde ise doktor muayenehaneleri ve sağlık kurullarının olduğu koridorun giriş kapısını işaret ederek “İçeriden sağa dönün” dedi. Bunu söylerken, sanki daha önce aynı şeyi bin kişiye söylemiş ben de 1001. kişiymişim edalarındaydı! O an öyle hissettim, garipti…

Neyse girdik koridora, ilk olarak aklımda doktorun odasına gidip derdimi anlatmak vardı. Kapının önüne geldiğimde, benim gibi askerlik işlemleri için oraya gelmiş başka gençlerin de olduğunu fark ettim. Çocukların birine derdimi anlattım. “Saat 7’de burada ol diyorlar, tamam eyvallah ama benim onun için 6’da otobüse binmem lazım, o saatte de şehirde otobüs yok. Nasıl olacak bu iş?” dedim. Çocuk buna karşılık bana gülünce şaşırdım. Sonra aynı çocuk bana “Ooo seninkisi ne ki? Ben 1 haftadır uğraşıyorum. Saat 3.30’dan beri de buradayım. Anca sıra alabildim.” Yaşlı teyzeler de benzer şeyler söylediler. Ama konumuz bu da değil!..



Aynı gün şaşkınlıkla askerlik şubesine gittim. Osmangazi Askerlik Şubesi’ndeki müdire hanıma derdimi anlatmaya çalıştım. Dedim “Müdire hanım; hastaneye gittim, beni askerlik işlemleri için siz gönderdiniz. Ben bu konuda bir öncelik bekleyeceğime orada utanacağım şeylerle karşılaştım. Geceden gelip orada sabahlayanlar var. Tamam 7’de orda olayım, yine sorun olmaz benim için. Ama saat 6’da ulaşım aracı yok şehirde. Nasıl olacak bu iş siz söyleyin?”. Müdire hanım bana aynen şöyle dedi: “Çok haklısın, bu problemin biz de farkındayız. Sen bunun için buraya gelen ne ilk ne de son kişisin. Daha dün 4 kişi yine aynı sorunla bize geldi. Şikâyet dilekçelerini alıp gönderiyoruz. Ama bize bağlı bir kurum olmadığı için bir şey yapamıyoruz. Biliyorum işlemlerin uzuyor. Bu yüzden işlemleri 3 ay uzayan da var”. Müdire hanım böyle konuşunca daha fazla bir şey de söyleyemedim. Onun da yapabileceği bir şey yoktu. Aynı problemi yaşayan tek kişinin ben olmadığımı görünce, biraz bunun da rahatlığıyla gazeteye geldim. Ama kendi kendime dedim, yarıda bırakacağım bu işlemleri, ne yaparlarsa yapsınlar! Akşam eve gittiğimde aileme anlattım durumu. Zaten gün içinde de telefonla konuşup durumu izah etmiştim sürekli. Yapmayacağım işlemlerin hiçbirisini! Ama konumuz maalesef bu da değil!



Eve gittiğimde annem; yine beni kendisinin düşündüğünü, mahalledeki bir ahbabımızdan araba istediğini ve sabah 5’te babamın beni Şevket Yılmaz’a götüreceğini söyledi. Şaşırdım ve biraz da rahatladım tabii ki. Neyseki sonunda bitecekti bu ızdırap!

Babam benzer bir aksilik çıkmasına imkân vermemek için beni 5.30’da kaldırmıştı. Hava daha karanlıktı ve biz yola çıktık. Marjinal bir şey değil aslında ülkemizde sabahları hava karanlıkken yola düşmek. İki senedir okullu, çalışan, herkes alışkınız zaten. O yüzden haber değeri de taşımıyor. Neyse…







İşte konumuz buradan sonra başlıyor. 3. gün ve nihayet saat 6’da oradayım ve bir sıra kâğıdı dolaşıyor ortalıkta. Saat 6! Gelen adını direkt oraya yazıyormuş, oraların bilirkişisi güvenlikçi abilerin söylediğine göre. Neyse yazdık…

Sıra uzadıkça uzadı. Orada bekleyen hasta ve hasta yakınlarıyla da konuşmaya başladım. “Teyzeciğim” dedim; kalp hastası, tedavi olmaya gelmiş teyzelerden birine. “Hep mi böyle düzen burada?” Teyze;“Öyle yavrum, (hemen hemen aynı yaşlarda yanındaki hanımefendiyi göstererek) arkadaşım geçen gün yine sırada beklerken fenalaştı” dedi. Vatandaşlar da ilk kayıttaki görevlilerin 7’de gelip sıra verdiğini sonra da doktorların sırayla muayeneye çağırdığını söyledi.

Konumuz tam da bu. İşte dedim haber… Gazetecilik zamanı… Tam o anda bir meslek büyüğümün söyledikleri kulağımda çınlıyor “Oğlum, bulunduğunuz hiçbir yerde mesleğinizi unutmayın!”

Hemen telefona sarılıp sırada bekleyen insanlardan fotoğraflarını çekebilmek için izin istedim. İzin verdiler ve çektim. Daha güvenlikler yok.



Kuyruk uzadıkça bir daha fotoğraf çekme ihtiyacı duyuyorum ve çektikten hemen sonra güvenliklerden biri yanıma yaklaşıp fotoğraf çekmememi, yasak olduğunu, bunun yönetimin talimatı olduğunu söylüyor. “Ne yasağı, burası kamusal bir alan. Senin işin güvenliği sağlamak değil mi? Ben insanların güvenliğini mi tehdit ediyorum, fotoğraf çekiyorum uslu uslu!” Yine başa sarıyor; “Tamam işte fotoğraf çekmek yasak, talimat bu!” Fotoğrafları silmemi istiyor ben de silmeyeceğimi söylüyorum. Sonra telsizden arkadaşlarından destek istiyor. O an kendimi uslanmaz, arlanmaz bir canavar gibi hissetmedim değil. Destek istenmesi garibime gitti. Belki de gün içinde hiçbir aksiyonla karşılaşmadığından hep filmlerdeki gibi telsizle destek çağırmak istemiştir. Bilemiyorum tabii!..



Bu şekilde fotoğrafları sildiremeyeceklerini anladıklarında ise “Bak kameralar seni şu an çekiyor, fotoğraf çekme görüntülerin var”.

Korkmadığımı anlayınca polis çağırmakla tehdit ediyorlar. “Çağırın!” diyorum.

Sonraki aşamada ise “Doğru haklısın, bizde istemeyiz insanların böyle sırada çürümesini, tabii ki böyle olmamalı, ama biz zor duruma düşüyoruz. Yani bizi işimizden edersin” diyorlar. Hâlâ geri vitese takmayınca “Hastane polisine gidelim, o zaman polis ne derse o olsun!” “Tamam” diyorum.

Aşağı kata iniyoruz birlikte. Ne yapıp edip gerekirse beni tepeleyeceklerini düşündüğümden o an fotoğrafları hemen gazetedeki haber müdürüme ulaştırmak için yöntemler deniyorum kendimce. Giderken güvenliğe, “Karnım ağrıyor, tuvalete gitmem lazım.”diyorum. Eminim, gerekirse döverek sildirirler onları bana!

Daha önce bir ulusal gazetede staj yaparken, oradaki şefimin bana her zaman söylediği bir şey vardı. “Oğlum korkacaksan yapma bu işi.” O da kulağıma küpe. “Ne olursa olsun son ana kadar silmeyeceğim o fotoğrafları!” diyorum kendi kendime. Güvenlik durumun farkında tabii. Mevzunun tuvalet olmadığını da biliyor. “Polise gidelim. Sonra gidersin.” diyor ve bu girişim başarısız oluyor.

Yanımda 2 güvenlik ve polisin karşısındayız.

Polis soruyor “Basın kartın var mı?”

“Yok” diyorum.

“E nasıl gazetecisin o zaman sen?”

“Siz basın kartı yönetmeliğini biliyor musunuz? Başvurumu yaptım, en az 6 ay sonra alabileceğim” diyorum, gülüyor. Hemen birilerine telefon açıyor. (Sanırım polis arkadaşları) Benden kimliğimi isteyip T.C kimlik numaramı veriyor. Tabİi o an hastane bilirkişisi olan güvenlikler böyle bir kanun, nizam olmadığını fotoğraf çekemeyeceğimi söylüyorlar. Biri de “Arkadaşım zorluk çıkarma. Bize de zor kullandırma!” şeklinde konuşuyor. Bir şey demiyorum. “Bunlar pratisyen güvenlik herhalde!” diye geçiriyorum içimden. Her şeye bakıyorlar. Hak, hukuk, kanun, nizam… Kısacası hastanenin joker elemanları. Saygı duyuyorum, onlar da bizden. Sorgulamadıkları bir yasağa koşullanmışlar. Bu onların suçu da değil. Yoksa kamuya mâl olmuş bir alanda fotoğraf çekmenin yasak olamayacağını herkes bilir!

“Hadi sil o fotoğrafları!”

“Yok öyle bir dünya. Silmeyeceğim”.

Dışarı çıkarıyorlar beni. İçerde 3’lü bir zirve gerçekleştiriyorlar. Sahi ya bu büyük bir fırsat! Yanımda kimse kalmadı! Şaşırıyorum da tabii, bir yandan “Niye bunu göze aldılar?” diye. O anki adrenalinle ellerim titreyerek fotoğrafları WhatsApp’tan müdürüme atıyorum.

Sonra güvenliğin biri çıkıyor içerden. Benle ilk muhatap olan, rahat bir şekilde gülerek, “Oğlum nelerle uğraştırıyorsun bizi. Şimdi evime gitmiştim ya!” diyor.

O gülünce ben de rahatlıyorum ve gevşiyorum. Hemen muhabbet etmeye çalışıyorum. “Oğlum bizim başımızı da yakarsın. Dava açarlar sende mağdur olursun” diyor. Ama biliyorum, o kadar da olmaz.

Sonra diğer güvenlik içeriden çıkıyor. Tuhaf bir şekilde telefonumun markasını sorup tekrar içeriye giriyor. Bu bana garip geliyor haliyle. Aklıma bin bir türlü şey geliyor.

Sonra beni de çağırıyorlar içeri.

Hayatı boyunca oradaki sandalyeden kalkmadığından şüphelendiğim polis abi diyor ki “Hangi gazetede çalışıyorsun?”

“YeniDönem” diyorum. Hemen yazıyor, Sercan Diyaroğlu, parantez içinde YeniDönem. Sonra beni bırakıyorlar. Gidiyorum neyse ki muayenemi gün içinde oluyorum ama evrak yine askerlik şubesine yetişmiyor.



Bu yaşananlardan geriye çok enteresan anekdotlar kaldı. Aslında öyle bir şey ki bu, neyden bahsetsen yazının eksik kalacağı doğuyor insanın içine. Özel sektörün alıp başını yürüdüğü sağlık hakkında (sektörü değil) kamunun içine düştüğü içler acısı hale mi yansam, kendi derdime mi yansam, yoksa vatandaşın düştüğü hâle mi?..

Ama müdire hanımın da söylediği gibi. Ben bu sorunu yaşayan ne ilk ne de son kişiyim. Yazının başındaki hiçbirşey değişmeyecek vurgusunu yapmamın sebebi de tam olarak bu!

Yağmurda bir damla bu anlattıklarım. Neye çare olur ki? Biliyorum ama elimden yazmaktan başka bir şey de gelmiyor!..


Sercan Diyaroğlu

sercandiyaroglu@gmail.com


Diğer Görüntüler

  










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder